Home > Work > Karıncanın Su İçtiği (Bir Ada Hikayesi, #2)

Karıncanın Su İçtiği  (Bir Ada Hikayesi, #2) QUOTES

1 " Adaya gelip gidenler birden kesildi. Adada bomboş kalanların elleri işe güce varmıyor, balığa bile çıkamıyor, çınarların altında sabahtan akşamlara kadar oturuyor, gözlerini denize dikiyor, gün batıncaya kadar denizden gelecek bir küçük kayığı, bir tekneyi bekliyorlar, arada sırada ağızlarından ancak birkaç sözcük dökülüyor. Yalnız, Melek Hatun dalıp gidiyor, denizi, denizden gelecekleri unutup karşı dağı göstererek, işte şu karşıdaki dağa binbir pınarlı Kazdağı derler, diyordu. Orada bir sarı kız varmış, bütün kazları, kuşları, geyikleri başına toplar öyle gezermiş. O dağ benim memleketimdir. İşte bunun babası, Kadri Kaptanı gösteriyor, nur içinde yatsın, buradan bizim köye keçi çobanlığına geldi. Ben de karasevdaya tutuldum. O da bana tutuldu. Kaçtık. Dağa, yörükler yaylaya çıkarlardı. Bunun babası iyi çobancılık bilirdi. Keçisi, koyunu çok bir yörük ağasına çoban durdu. Kardeşlerim, kaçtık diye, bin pınarlı koca dağda bizi arıyorlardı. Bulunca öldüreceklerdi. Ağı gibi silahlanmış üç delikanlı dağda bizi aramadık yer koymamışlar. Yörükler bunu bize ulaştırdılar. Ordan hükümete sığınalım, diye kaçtık, hükümette de candarma varmış, bu kasabaya geldik. Bunun babası gitti, bu Kadri Kaptanımın babası, bu tekneyi bize verene tayfa durdu. Çok balık tuttular o yıl, çok para kazandılar. Kasabadaki evi yaptık, bahçesine de portakal ağaçlan diktik. Portakal ağaçları kocaman oldu. Geldiğimiz yıl bu Kadri Kaptan doğdu. Portakal bahçeleri meyve verince Kaptan kocaman olmuştu. O yıl bahçedeki bütün portakalları, alaca düşer düşmez, sararır sararmaz yemeğe başladı. Ne ben, ne de babası elinden bir portakal alıp da tadına bakamadık. Babası bunu çocukluğunda Reisin teknesine götürdü, tayfa yazdırdı. İyi ki yazdırmış. O ağaçlar çok portakal verdi, çok portakal sattık, çok portakal yedik. Kaptan sonraları, bıkmış olacak, ağzına öldürsen bir dilim portakal bile koymadı. Derken savaş çıktı. Dağ gibi gemiler gelmiş ötedeki denizin Çanakkalesine. Asker toplamaya başladılar, kimi yakaladılarsa. Ben bunun babasına, bak, dedim, askere gitme. Oraya giden gelmiyor. Gel bizim dağımıza, binbir pınarlı, her pınarı yarpuz kokan dağımıza kaçalım. Bak, oğlumuz oldu, sen de biliyorsun, kaçan kızın oğlu olursa, oğlunu alıp da baba ocağına giderse onları öldürmezler, üstelik de sevinçlerinden düğün bayram ederler. Benim de onları çok göreceğim geldi. Bunun babasının deliliği tuttu beni dinlemedi. Bir sabah erkenden onu aldılar götürdüler. Arkasından gittim baktım ki cami bunun yaşıtlarıyla dolu. Analar ağlıyor, bacılar, kardeşler, gelinler bunuluyor. Ben ağlamadım, öyle durdum kaldım orada. Bunun babası bana baktı baktı boynu bükük, sonunda başını eğdi. Bir daha bana bakamadı. Akşam oldu, karanlık bastı, sonra da sabah erkenden o gemileri batırmaya gitmişler. Gemilerden ateş yağmış üstlerine. Asker Topal Hasan geldi. Topal Hasan birinci pehlivandı. Durmadan ağlıyordu. Sordum ona, ne oldu, dedim. Hiç sorma, dedi, seninki yanımdaki siperdeydi. Üstümüze gülleler düştü. Gökten taş, toprak, kan yağdı. Yöremizdeki duman açıldı, baktım bacaklarım yok, amanallah bacaklarım nerede? Sonra üstüme karanlık çöktü. Doktorların yanından çıkınca sordum, ne oldu? Toz, hava, kan. Toz, hava, kan. Karşıki dağa bin pınarlı dağ, diyorlar. "

Yaşar Kemal , Karıncanın Su İçtiği (Bir Ada Hikayesi, #2)

2 " Akşamüstü balığa gidenler geldi. Melek Hatun, Lena, Hüsmenin karısı, çocuklar iskeleye dizilmişler karşıdan gelen balıkçıları bekliyorlardı. Gelenler, kayıklarını kumların üstüne çekince kızlar cıvıldaşarak onlara koştular, hemcecik de kayığa tırmandılar, en küçük kız bir türlü kayığa çıkamıyordu. Vasili küçük kızı aldı kayığın içine koydu. Kızlar, bir kedi gibi kayığın her yanını arıyorlar, başaltına, kıçaltına giriyor çıkıyorlar, kürekleri, sıcak motoru elliyorlar, kayığın her bir yerini sanki kokluyorlardı. Sonra livarları buldular, su dolu livarların içinde türlü balıklar üst üste yüzüyorlardı. Çocuklar, gözlerini livarlara dikmişler şaşkınlıkla bakıyorlardı. Vasili, elindeki büyük kamış sepetle geldi kayığa çıktı, livarlardaki balıkları sepete doldurmaya başladı. Kızlar, az ilerde durmuşlar olanı biteni daha öyle kımıldamadan seyreyliyorlardı. Livarların içinde balık kalmayıncaya kadar öylece durdular. Vasili kayıktan inince onlar da arkasından indiler. Vasili elindeki sepeti aldı götürdü denizin kıyısına koydu. Kızlar da onun arkasından gittiler. Deniz durgundu, kıyıya küçük küçük, seyrek dalgalar vuruyordu. Kızlar, kumların üstüne sıralandılar. Sepetteki balıklar çırpınıyordu. Büyücek bir balık sepetten kumların üstüne atladı, bir iki kez havaya sıçradı, bir süre düştüğü yerde titredi, öldü. Kızların gözleri büyüdü. Batmakta olan günün ışıkları saçlarında kızıl ipiltiler dolaştırıyordu. Ne oldu, ne olmadı çocuklar kamışlığa doğru koşuştular, kamışlığın arkasında gözden yittiler. "

Yaşar Kemal , Karıncanın Su İçtiği (Bir Ada Hikayesi, #2)

3 " Velinin yerini biliyor musun?" "Biliyorum." Zarife: "Ne iyi, biliyorsun ha!" "Biz bilmiyoruz. Bizimkiler gittiklerinde üçümüz de köyden kaçtık. Bizi aradılar aradılar bulamadılar. Öyle bir saklandık ki, yüz gün arasalar bizi bulamazlardı. Beklediler, beklediler sonra da göçtüler, köy bomboş kaldı. Biz de ekmeksiz aşsız kaldık. Dağdan otlar, çiçekler topladık, kökler çıkardık, kaya aralarında koskocaman, her birisi bir sahan kadar ağısız mantar bulup yedik. Şu yukardan bir keçinin melemesi geldi, zar şer onu da yakaladık, kestik, kokmasın diye bütün keçiyi kaynattık, azar azar belki on beş yirmi günde yedik. İki gündür de kursağımıza hiçbir şey girmedi. Para yok ki gidip şehirden bir şeyler alalım. Köyü ev ev aradık günlerce, hiçbir evde zırnık kadar bir yiyecek bulamadık. Gene mantara vurduk, dağları, ormanlık yerleri aradık, bulamadık. Aşağılara indik, ormanlık bir koyakta çok mantar bulduk, bir sevindik, bir sevindik, baktık, hepsi de ağılı. Ağılı mantar olan yerde ağısızı da olur dedik aradık bir kuytuda ağısızını da bulduk, bir ucundan toprağı yarmışlar, öyle durup dururlar, eteklerimizi doldurduk, közleme yapıp üç gün yedik, ondan sonra oralardan bir hafta on gün mantar topladık. Hiç yağmur yağmadı. Yağmur yağmayınca da mantar bitti. Biz gene otlar toplayıp kaynattık. Otlardan da hepimizin karnı ağrıdı. Sonunda, işte böyle hepimiz de aç kaldık. Kasabaya inemiyoruz ki, bir tanıdık bulup, bir lokmacık yiyecek isteyelim. Ya kasabaya indiğimizde çocuklar döner de bizi bulamazlarsa? Birimiz gitse de ikimiz burada kalsak, dedik. Hiçbirimiz razı gelmedi. Biz de ölünceye kadar burada... Oğullarımız geldiğinde, hiç olmazsa ölümüzü bulsunlar da görsünler, dedik."

Köyü ev ev aradık günlerce, hiçbir evde zırnık kadar bir yiyecek bulamadık. Gene mantara vurduk, dağları, ormanlık yerleri aradık, bulamadık. Aşağılara indik, ormanlık bir koyakta çok mantar bulduk, bir sevindik, bir sevindik, baktık, hepsi de ağılı. Ağılı mantar olan yerde ağısızı da olur dedik aradık bir kuytuda ağısızını da bulduk, bir ucundan toprağı yarmışlar, öyle durup dururlar, eteklerimizi doldurduk, közleme yapıp üç gün yedik, ondan sonra oralardan bir hafta on gün mantar topladık. Hiç yağmur yağmadı. Yağmur yağmayınca da mantar bitti. Biz gene otlar toplayıp kaynattık. Otlardan da hepimizin karnı ağrıdı. Sonunda, işte böyle hepimiz de aç kaldık. Kasabaya inemiyoruz ki, bir tanıdık bulup, bir lokmacık yiyecek isteyelim. Ya kasabaya indiğimizde çocuklar döner de bizi bulamazlarsa? Birimiz gitse de ikimiz burada kalsak, dedik. Hiçbirimiz razı gelmedi. Biz de ölünceye kadar burada... Oğullarımız geldiğinde, hiç olmazsa ölümüzü bulsunlar da görsünler, dedik. "

Yaşar Kemal , Karıncanın Su İçtiği (Bir Ada Hikayesi, #2)

5 " Gün kuşluktu, koyak çoktan bitmiş, Van kalesi uzaklarda kalmıştı, sol yandan kulağına iniltiler, sesler gelir gibi oldu, atın başını çekti, yöreyi dinledi, sesler yanmış ağaç topluluğunun arkasından geliyordu. Bir tuhaf inleme, hıçkırık gibi, şimdiye kadar duyulmamış sesler. Yanmış ağaç topluluğuna gitti. Sesler birden kesildi. Cemil ağaçları dolandı, şaşkınlık içinde kaldı: Bir sürü küçük çocuk, on, on bir, on iki yaşlarında, hepsinin de avurdu avurduna geçmiş, gözleri çukura kaçmış, yüzlerinin, bedenlerinin derisi kemiklerine yapışmış boyunları çöp gibi, kimisi çırılçıplak birer iskelet, çırılçıplak bir paçavra yığını her birisi. Atlıyı görünce, bütün başlar ona döndü, boyunları ona doğru uzandı, konuşmak istediler, hiçbirisi beceremedi, ancak iniltiye, ağlamaya benzer sesler çıkardılar. Baytar Cemilinse atın üstünde kımıldayacak hali kalmamış, eyerin üstünde donmuştu. Bu çocuklardan çok görmüştü, bunlar savaşta anaları, babaları ölmüş, kimseleri kalmamış Ermenilerin, Kürtlerin, Yezidilerin çocuklarıydı. Ama o gördüğü çocukların hiçbirisi bu hale düşmemişlerdi. Yüzlercesi bir arada köyden köye, kasabadan kasabaya fırtına gibi esiyorlar, girdikleri kasabalarda, köylerde, köylerin, kasabaların evlerinde, dükkanlarında yiyecek ne bulurlarsa alıyor, rüzgar gibi, nasıl girmişlerse, göz açıp kapayıncaya kadar, öyle fırtına gibi çıkıyorlardı. Kasabalılar, köylüler de atlanıp bunların arkalarına düşüyor, yakaladıklarını öldürüyorlardı. Bazı bazı da silahlı, atlı kişilerle çocuklar arasında bir savaş başlıyor, çocuklar, taşlarla, sapan taşlarıyla silahlılara karşı koyuyorlar, iki güç kıyasıya cenk ediyorlar, savaşanlardan biri savaş alanını terkeyliyor, ya da karanlık çökünceye kadar savaş sürüyordu. Çok çocuk öldürülüyor, çok köylü, kasabalı sakat kalıyordu. Bir de sürüleri tükenmiş, dağılmış, çalınmış köpek sürüleri ortalığı almış, hiç durmadan o dağ, o köy, o kasaba senin, bu dere, bu ova, bu orman benim dolaş ha dolaş ediyorlar, önlerine hangi canlı çıkarsa parçalıyorlardı. Her köpek bir canavar kesilmişti. Kırıma uğramış Ermenilerin, kırıma uğramış Kürtlerin, kırıma uğramış Yezidilerin sürülerinin köpekleriydi bunlar. Baytar Cemil, yarı canlı çocuklardan bir ses çıkmayınca atını ovaya sürdü. Birkaç gün daha çocuklar böyle kalırlarsa hep birden öleceklerdi. Atını üzengiledi. Dinlenmiş atın ayaklarının altında toprak dürülüyordu. Kasabaya o hızla girdi, atının başını çekmeden önüne çıkan ilk kişiye kaymakamlığı sordu, adam gösterdi. Atını merdivenin parmaklığına bağlayan Baytar, merdivenleri ikişer üçer atlayarak, soluk soluğa Kaymakamın odasına girdi, bir asker selamı verdi: "Ölüyorlar, ölüyorlar, can çekişiyorlar. Yüzlerce çocuk kocaman bir çukurun içine sığınmışlar, hepsi de çırılçıplak, ölüyorlar. "

Yaşar Kemal , Karıncanın Su İçtiği (Bir Ada Hikayesi, #2)