7
" Evet, gerçeğe varmak zor, talip olmak bile zor ki ne zor, bilmek zor, olmak zor ki ne zor. Mesellerdeki, irşat kitaplarındaki gibi yolda olana, vasıl olana bir sükunet, bir gizli memnuniyet de gelmiyor, sancı son sürat son nefese kadar devamda, rahat bırakmıyor. Kendinin ve diğerlerinin farkına varmayı gözde ve akılda sürekli kılmadığı için kişinin kendi hakkındaki yatışmışlık anları ani birer vehim gibi bin tereddüt bırakarak geçiyor. Evham, tedirginlik, muamma sürekli. Yani kitaplardaki o ağır, sözünü terazili söyleyen, emin, sükun bulmuş varlık kitaptan kesilip şekillendiği anda yaprak gibi titremeye başlıyor. Böyle rahat olmak için kendini de ona bu rahatlığı vereni de enikonu bilmesi lazım. Bununsa ölene kadar garantisi verilmiyor. İmanı olan, parası olan rahatlığında ve genişliğinde arkasına yaslanıp başkalarının telaşına kaşını kaldırarak bakamıyor. Son ana kadar hep göz üstünüzde, kendi gözünüz size düşman, kendi kalbiniz çır çır çırpınıyor, ayaklarınız en olmadık yere meyilli, adımı hazırda, burnun almadığı koku yok. Şairler anlamaktan yorgun, ama anladıklarından kimseye fayda yok. "
― Şule Gürbüz , Zamanın Farkında
8
" Kendimde bir tuhaflık algılar gibi oldum ama üzerinde durmadım. Dursam, Allah korusun bir dursam, dünyada duracak başka ne bir yol ne bir durak ne bir şey bulurdum. O yüzden kendi üzerimde pek durmadım. Kendi üzerinde duran, bu ağırlıkla kendi üzerine yıkılandan başkası olamaz. Kendine yıkılan da böylelikle başkasına yıkılamaz. Biraz marazi, biraz zararsız, şairin dediği gibi “Ayakkabı çivisi gibi kendine batan,” olur ki, dünya kendine değil başkasına batanı, kendine değil başkasına yıkılanı, kendini değil başkasını suçlayanı sevdiği, istediği ve kabul ettiğinden onu hemen defoluların arasına ayırıverir. Ama sorsanız kitaplarında, gerek gökten inenlerinde, gerek yerden bitenlerin iyicelerinde böyle değilmiş gibi yapar söyler, bunu yaymak için peygamberler ve peygamber mizaçlılar ortaya çıkarır. Sonunda onları da ya çarmıha gerer, ya perişan eder. Dünya kendi hakikatleri hakkında tamamen yalancı ve ikiyüzlüdür. Dünya bir ahlaksıza namuslu ve saffet sahibi muamelesi yapan adamın perişanlığını ve zilletini, ona yüksek ve kutsal muamelesi yapanı perişan ederek yaşatır. Bir gece vakti karşı karşıya kitaplarıyla, hikmeti ile gözünüzde yaş, kalbinizde sıkıştıran İlhami bir duygu ile otururken her şeye inandıran dünya, sabah olunca göz kırparak rezili ve zelili sizi aşağılamakta kullanır. "
― Şule Gürbüz , Coşkuyla Ölmek
10
" anlamıştım ki dünya paylaşılmış. kimin hangi parçayı elinde tuttuğu, onunla ilgili ne bildiği ve tuttuğunun ne değerde olduğu diğerlerine malum değildi. kulak duyduğuyla mamur, göz gördüğüyle mağrur, beden gidebildiği yer ve gerilebildiği kadarıyla mağmumdu. parça parça olan ülkeler, nehirler değil,ayrı olan diller değildi. o kalın çizgiler, kahverengi yükseklikler ve sınırlar coğrafi haritaya ait değildi. her şey böyle aşikar değildi. her ruhun vatanı var, onu bulmak veoraya ne kadar çorak veuzak olsa da gidip yerleşmek, oranın lisanını öğrenmek zorunda, ne denildiğini anlamak, ağıtları çözmek zorunda. bu yolculuğa çıkmak zorunda, kendi vatanında ölmek zorunda. ölebilmek zorunda. ölmeyi kolaylamak zorunda, ölmeyi anlamak zorunda. tamam da, nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, nasıl yaşanacak, böyleyse neden yaşanacak, neden yaşanacak, ölebilmek için mi? ölebilmek için yaşanacak. yaşayabilmek ölebilmenin, yerinde yurdunda ve kendin olarak ölebilmenin yolunu açarsa yaşanabilmiş olacak. "
― Şule Gürbüz , Öyle miymiş?
11
" Görüyor musun Sadullah Efendi, gün burada bitmiyor, bir yere gitmiyor, sabahtan beri hala sabah, sabah dokuz buçuktan çıkamadık, geçmiyor Sadullah Efendi, zaman üstümüze yapıştı, aktığı yerde kaldı, ne kadar ağır ve yapışkan, ne kadar ezici ve kahverengi, küspe kokusuna bak, erkenden evlerine kapanan ahaliye bak, şu bisikletin zincirine bak, gökyüzüne bak, şu okunan uyduruk ezana bak, şu kadının yürüyüşüne bak, havadaki zerrelere bak, üstümüze yapışanlara bak, toz kokusuna bak, her yer gri ve sarı Sadullah Efendi, burada da ölmedik ya, Allah korusun ölmezlerden mi olduk, sonsuzluk, Allah korusun böyle bir sabitlikte durmak mı yoksa? "
― Şule Gürbüz , Coşkuyla Ölmek
13
" Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu? Baş, orta, son belli, helak kaçınılmaz, ancak önemli olan o zamanı geçirmek, o zamandan geçmek. Ve geldiğinde gelmemiş gibi, bilmemiş gibi, yaşamamış gibi gelmek, rüyayı görüp uyanmak ve ‘neyse rüyaymış’, demek ve aynı yerden uyumaya devam etmek. Yaşamaya da, ölmeye de yazık. Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık. "
― Şule Gürbüz
18
" Çalışmak beni az da olsa teselli ediyor, oyalıyor ve iş vasıtası ile de olsa tercih edilir, hitap edilir birisi yapıyordu. Çevredeki hayat renkli görünüyordu. Arkadaşlarım, tanıdıklarım hep bir heyecan ve kayıp içinde, hep bir yakalama ve yakalanmama peşinde, kendilerini ve hallerini durmadan tanımlayarak, bu tanımları da gün günden değiştirerek ama bunu çok tabi sayarak arkalı önlü, ilerili gerili, koşmalı sıçramalı bir gidiş gidiyorlardı. Lezzet de alıyorlar mıydı, bunu tam bilemiyorum. Konuşurlarken sıkıntının da , derdin de, çalışmanın da, açlığın da... lezzetinden bahsediyorlardı. Ama aslında tüm çaba bunlardan kurtulmak üzerineydi. Sanki herkes tadın ne olduğunu biliyor, ama bundan uzaklaşmaya çalışıyordu. Onları dinlediğimde yakaladıklarına da, kaçırdıklarına da, sevinçlerine de, üzüntülerine de kendimde bir karşılık bulamayıp karşımdakini memnun etmeyen cılız bir mukabele ile tatsızlığımı pekiştiriyordum "
― Şule Gürbüz , Coşkuyla Ölmek
19
" insana nasıl girecek ama aslen yabancı bir beden lazımsa bir de geçmiş lazımdı ve tutarlı bir hikâye. beğenilecek olmasa da anlatılınca, "anlat" denince dinleyenin bir şeyleri hatta mümkünse her şeyi uç uca ekleyeceği bir geçmiş, şu şunun yüzünden, bu bundan, o oradan yürüme, öteki berikinden türeme, ya işte böyle, diyeceği bir şeyler lazımdı. insan çünkü anlamadan değil ama uydurmadan duramıyordu. insan, uyduracak ki varlığına inanılsın, uyduracak ki bir mindere oturtulsun, bilemiyorum, ne nasıl oldu, ben nasıl oldum bilemiyorum, demek olmaz. kendini sebepleriyle bilecek başkasına da anlatacaksın, başkası da ikna olacak, bazen senin sende atladığını o hemen bulup yerine koyacak. sebep ip demekmiş kelime manası olarak, yani ipi çeke çeke eline gelecek, sonuna ulaşılacak. s.42 "
― Şule Gürbüz , Kıyamet Emeklisi - Birinci Cilt