185
" Yunanistan'dan sonra edepsiz yaşantıların şehri Roma biraz iç karartıcı geldiyse de, kasvetli ölülerin şehri Londra ondan kırk kat beterdi. Ege'nin o tenhalığının ardından buranın curcunasını, çirkinliğini ve karınca sürüsü halinde yaşayan o insan güruhunu unutmuştum. Elmastan sonra çamur, ışıl ışıl bir mermerden sonra nemli çalılıklar gibi gelmişti Londra bana; havayolu şirketi otobüsü, Northolt ile Kensington arasında uzanan o uçsuz bucaksız varoşların arasında yol alırken, hangi insan kendi hür iradesiyle böyle bir manzaraya, topluma, iklime dönmek isteyebilir, diye düşündüm kendi kendime. Gri-mavi gökte gösterişli beyaz bulutlar bezgin bezgin süzülürken, "Ne güzel bir gün, değil mi?" diyen insanları duyabiliyordum. Ama bütün o yorgun yeşiller, griler, kahveler... aslında hepsi yanından geçtiğimiz Londralıların hareketlerini aynı kalıba sokuyordu. Bu, Yunanlılarda farkına varamayacağım kadar alışmış olduğüum bir şeydi - orada her bir çehre çevresindekilerden tek ve belirgin olarak öne çıkıyordu. Bir diğerine benzeyen tek bir Yunanlı yoktu; oysa o gün gördüğüm her İngiliz çehresi diğerlerininkini andırıyordu. "
― John Fowles , The Magus
189
" The smallest hope, a bare continuing to exist, is enough for the anti-hero's future; leave him, says our age, leave him where mankind is in its history, at a crossroads, in a dilemma, with all to lose and only more of the same to win; let him survive, but give him no direction, no rewards; because we too are waiting, in our solitary rooms where the telephone never rings, waiting for this girl, this truth, this crystal of humanity, this reality lost through imagination, to return; and to say she returns is a lie. "
― John Fowles , The Magus
191
" Îmi trecu prin cap că, pentru el, verbul „a zâmbi” nu avea același sens ca pentru mine. Că ironia, lipsa de umor, neîndurarea pe care le observasem întotdeauna în zâmbetul lui erau calități pe care le adoptase în mod deliberat, că pentru el zâmbetul era ceva esențialmente crud, pentru că libertatea este crudă, libertatea care ne face cel puțin în parte responsabili pentru ceea ce suntem. Astfel că, „a zâmbi” nu înseamnă atât să alegi o atitudine în fața vieții, cât să recunoști și să exprimi natura cruzimii fundamentale, ineluctabilă a vieții pe care nu putem nici măcar să încercăm să o evităm, ea fiind însăși existența umană. Când mă sfătuia să „învăț să zâmbesc” se referea la ceva mult mai subtil decât obișnuitul și simplistul „zâmbește și îndură”. Voia, de fapt, să spună: „Învață să fii crud, învață să fii neîndurător, învață să supraviețuiești”. "
― John Fowles , The Magus