4
" İstanbul, uzaklaştı ufukta...
Geride, yalnız bir eşle 2,5 aylık bir oğul bırakmıştı Nâzım Hikmet...
...tabii bir de artık hiç göremeyeceği bir memleket...
Gemi Bükreş’e doğru yola koyulurken kederlendi.
Şimdi ölümüne kadar sürecek “hasret yılları” başlıyordu..
Nâzım Hikmet’i Bükreş’ten Moskova’ya taşıyan uçak 29 Haziran 1951 günü Vnukovski Havalimanı’na indi.
Apronda onu Sovyet Yazarlar Birliği üyeleri bekliyordu.
Sovyet yazarları Nâzım’ı çiçeğe, alkışa ve övgüye boğdu.
Şair Nikolay Tikhonov onu şu sözlerle karşıladı:
Sevgili dostum, barış için savaşan sesler arasında sizinki, insanlığın dinlediği en güçlü seslerden biriydi. Onun diğer seslerden farklılığı, hapishane duvarlarını ve tüm engelleri aşmasındaydı. Bugün bu sesi, semalarımız altında duyduğumuz için çok mutluyuz. Bu ses, barış ve özgürlük savaşçısı Nâzım Hikmet’in sesidir. "
― Can Dündar , Nazım
10
" Şövalyem!
Sadece hayatımın ilk plağı ve sonrasında hafızamıza kazıdığın onca güzel şarkı, izlettiğin bunca eşsiz program için değil, sayende çocuklarımıza gösterebildiğimiz ülkeler, söyletebildiğimiz sözler, yedirebildiğimiz ıspanaklar, içirebildiğimiz sütler, bağlayabildiğimiz kemerler, fırçalatabildiğimiz dişler içinde minnettarız sana...
Dağlar Dağlar'ı yolluyorum bugün kreşe, yetiştiremediklerin, tanımadan büyümesinler diye...
Sayfa:55 - Barış Manço "
― Can Dündar , Yakamdaki Yüzler
15
" Yakalandığın andan sonra hep biliyorsun:
Sonu idama gidiyor bu işin...
Hele hücreye kapatılıp da düşünme rahatlığına erince...
Bildiğin tek şey var:
İdam,ölüm.
Ama biliyor musun pek de korkunç gelmiyor bu sana...
Umut mu? Umut her zaman var. Umutsuzluk diye bir şey yok. En azından, "Kaçabilirim, kurtulabilirim belki" diye düşünüyorsun.
Ama bir şey söyleyeyim mi, çıkarılacak bir affı düşünmüyorsun. O yok işte...
Ve bir devrimcinin idama nasıl gideceğini, bir mitinge, bir eyleme gider gibi gideceğini, karşı devrimcilere ve herkese göstermek gerektiğini düşünüyorsun.
İnan bunda hiçbir çekincem yok.
O sahneyi çok iyi somutladım:
Asılma günü gelip çatınca, o sevdiğim giysilerimi giyeceğim. Postallarımı, parkamı...
Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim. Kesin direneceğim ve giymeyeceğim.
Öyle her zamanki gibi, eyleme gidiş tavrımla gideceğim darağacına...
Yok, tıraş falan da olmayacağım.
Önce gidip orada oturacak, bir sigara yakacağım.
Sonra demli, güzel bir çay içeceğim.
Ha bak, Rodrigo'nun o ünlü gitar konçertosunu dinlemek isterim orada... Bak bunu çok isterim. Sanırım asılacak bir insanın son isteklerini geri çevirmezler. "
― Can Dündar , Abim Deniz
16
" Bu serbest okuma saatinde, isteyen öğrencilere müzik öğretmenleri tarafından mandolin, keman, akordeon, bağlama dersleri de veriliyordu. Hatta bağlama dersini kimi zaman, enstitüleri birer birer gezen Âşık Veysel veriyordu.
Abdullah Özkucur
O ortaya çıkar; saz meraklıları da onun karşısına yarımay şeklinde otururlar: Âşık Veysel'in çaldığı türküye göre sazına bakarak seslerini de ayarlayarak ona göre tele vurmaya, çaldığı gibi çalmaya temrin ederlerdi. Böyle kısa bir zamanda da ona uyarlar, onu öğrenirlerdi.
Âşık Veysel'in kazası
Âşık Veysel, Köy Enstitüleri'ni gezer, saz hevesi vermek için enstitülerde belli bir süre dururdu. Bir gün başka bir yere gitmeden önce, "Çevreyi gezelim," dediler. Mualla Eyüboğlu var, Ferit Oğuzbayır var; epeyce kalabalığız. Bir gün önceden erzak hazırlandı, söğüşler yapıldı, kumanyalar alındı, arabaya dolduruldu. Ertesi sabah Âşık Veysel'le Küçük Veysel, erzak arabasına bindiler, dağın eteğinden gidecekler; biz İdris Dağı'nın yamaçlarından gideceğiz. Böyle yola çıktık. Çok kalabalıktık. Mualla Hanım'ın yanından hiç ayrılmadığım için biliyorum, karlara basarak gidiyoruz. Dağı aştık, Dereşik köyüne vardık, Dereşik köyünde hafif bir yamaç var, ondan sonra köy görünüyor. Oraya vardık. Tonguç da var başımızda. Yaya yürüyor. İşte köyü gezdi arkadaşlarımız, öğlen oldu, yemek zamanı geldi fakat erzak arabası gelmedi. Bekliyoruz, gelmez. Bir de haber geldi ki arabanın dingili kırılmış, araba devrilmiş, erzaklar etrafa saçılmış, Âşık Veysel yaralanmış, sazı kırılmış. Hemen bir ekip çıktı, Âşık'ı aldılar, getirdiler. Ama Âşık Veysel'in suratı asık, sanki yağmur yağacak gibi, bulutlar aşağı inmiş hava kararmış gibi, canı sıkılıyor. Epeyce dinlendikten sonra Âşık, yanındaki Hidayet Gülen'e, “Eline kâğıdı kalemi al," dedi, kalemi kâğıdı aldı, “yaz bakayım,” dedi. “Ben gidersem, sazım sen kal dünyada / gizli sırlarımı aşikâr etme / olsun dillerin söyletme yâre” diyerek “Sazım” türküsünü yazdırdı.
Abdullah Özkucur "
― Can Dündar , Köy Enstitüleri
17
" Hasan Âli Yücel (bant kaydından):
Dedim ki İnönü'ye, “Bizde metot daima dediktiftir. Yukarıdan aşağıya iner. Bu demokrasi tecrübesi de böyle yukarıdan aşağıya iniyor. Sizden aşağıya iniyor. Halbuki müesseseler demokratlaştırılmadıkça bu memlekette demokrasi bir hevesten ibaret kalır ve dayandığı şey, bir ütopya olur. Herhangi bir vaziyette tam tersi bir rejim suhuletle gelebilir. Hatta demokrasi soysuzlaşabilir.” Sordu bana, "Ne yapmalı?" Ben dedim, “Bana düşeni ben yaparım.” “Nedir?” dedi, "Ne yapacaksın?" “Bu maarif teşkilatını demokratize edelim."
Tarih, Yücel'i haklı çıkaracaktı.
Yukarıdan empoze edilen demokrasinin ilk hedefi Köy Enstitüleri oldu ve İnönü'nün tahmin ettiği gibi savaş bitince konu hemen gündeme geldi. Üstelik mecliste, muhalefet ilk çıkışını bu konuyla yaptı.
1945 Mayıs'ında Milli Eğitim bütçesi görüşülürken Emin Sazak, “Köylere verilen enstitü mezunlarının kendilerini birer Atatürk zannettiklerini,” söyledi.
Hasan Âli Yücel, bu eleştiriyi yanıtlarken, “Bu çocukların birer Atatürk olması temenni edilir,” dedi ve sözü büyük toprak sahibi Emin Sazak'a getirdi:
“Emin Sazak arkadaşım, oturduğu yerden iç çekebilir; çünkü feodal sistemle idare edilmek isteyenler, ilköğretim davasını istemezler. "
― Can Dündar , Köy Enstitüleri